Anımsıyordu. Piyano sesini duydukça bir bir parlıyordu kafasında o anlar. Anımsıyordu Harun. Bedensizliğin ne demek olduğunu anımsıyordu. Piyanoyu nasıl yarattığını anımsıyordu. Beethoven’ı nasıl şekillendirdiğini anımsıyordu. Sonsuz yaratıcılığın ve yapıcılığın keyfini hissediyordu yeniden. Önce evrenin oluşumunu yeniden yaşadı zihninde. Öyle büyütülecek bir olay da değildi teorisyenlerin uydurduğu gibi. Sadece “Ol !” demişti Harun. Hiçbir şey planlamadan. Tüm hayatı boyunca yaptığı gibi, plansız. Sadece “Ol” diye haykırmıştı gülerek. Sonra Dünya’yı anımsıyordu. Dünya’yı da planlamamıştı aslında. Zaten depremlerden belliydi plansız, temelsiz olduğu. Çürüktü Dünya’nın temeli. Temelin dayandığı kocaman bir kaya vardı, “Ol” adında. Sonra suyu, ağacı, meyveyi, çiçeği, böceği anımsadı. Bütün sistemi nasıl plansız, bir çırpıda kurduğunu anımsadı. Planlı olamayacak kadar çeşitlilikte bu sistemi, hiçbir planın vaat edemeyeceği bir zamanda kurmuştu. Hepsi, ama hepsi sadece bir “an”da olmuştu. Bu yüzden Harun herşeyi “an”ımsıyordu…
Köpek diye bir şey geldi aklına. Canlı sınıfı olarak da “hayvan”ı uygun gördü. Köpek hayvanı… Aklındaki sevgiyi, en vahşi köpeğin bile gözlerine yerleştirdi. O keskin dişlerin ve tonlar basan çenelerin hemen üstüne, evrenin en gerçek sevgisi yerleştirdi. Biraz planlı sayılırdı. Ama “insan” kadar değil…
Sıra insan’a geldi. Bu plansız düzen içinde, planlı olarak yaratıcılığını kullandığı tek varlık. Düşündü. An’larca düşündü. Saç telinin dokusundan kan damarının çeperine kadar, irisin lekelerinden beynin kıvrımlarına kadar herşeyi kusursuz yapmaya çalıştı. An’lar geçtikçe şekilleniyordu insan. En ufak hücresini bile, dünyanın gelişebilmesi muhtemel en iyi bilgisayarından daha gelişmiş yapılandırmıştı,. En ufak hücresini bile, yazılabilmesi muhtemel en gelişmiş programdan daha gelişmiş programlamıştı.
Öyle bir oyun hazırlıyordu ki, belki de yaratacağı milyonlarca insan, var olduklarını bile anlayamadan yok olacaktı. Üç bilinç yarattı. Bunlardan ikisini her insana, sonuncusunu da rastgele insanlara dağıttı. Birincisi “hayvaniyet” bilinciydi. Yarattığı hücrelerin bakımını yapabilecek, devamını sağlayabilecek yetilere sahip bir bilinç. Bu bilinç, göbek deliğinin dört parmak altında bulunacaktı ve en temel olan iki güdüyü kontrol edecekti: Beslenmek ve üremek… Fakat bu bilinç, hiçbir şekilde Harun’un varlığını algılayamayacaktı. Tıpkı bilgisayarın, kendi programlayıcısını tanıyamaması gibi. Sonra ikinci bir bilinç kurguladı. Bu bilincin adı ise “ruhaniyet”ti. Ruhaniyet bilinci, hiçbir şekilde bedeni algılayamayacaktı. Hiçbir bedensel ihtiyacı olmayacaktı bu yüzden.. Ruhaniyet, düşünce ve duyguları kontrol etmek içindi. Hiçbir bilgisayar programının yapamayacağı bir işti bu. Bu yüzden bedenden farklıydı ruh. Bu bilinç, iki gözün ortasında ve biraz yukarıda, kafa tasının içinde hapsolacaktı. Bu iki bilinci yaratacağı tüm insanlara verdi. Hem de hiç esirgemeden dağıttı. Fazla fazla… Sonra üçüncü bir bilinç kurguladı. Bu bilincin adı Tanrı’ydı. Bu bilinç hem bedeni, hem de ruhu algılayabilecekti. Bıngıldağın hemen altında kafatasının içinde yer alacaktı. Diğerlerinden farklı olarak, Tanrı bilinci, Harun’u direkt olarak görecekti. Öyle ki arada ne göz ne de hava olacaktı. Göz de hava da Tanrı da bizatihi Harun olacaktı. Fakat hayvaniyet ve ruhaniyete bağlıydı Tanrı. Bu iki bilinçten biri eksik veri yollarsa, Tanrı bilinci harekete geçmeyecekti. Yani hayvaniyet kendi algıladıklarını, ruhaniyet kendi algıladıklarını Tanrı’ya yollayacaktı. Tanrı ise bunları sentez yapacaktı. Elde ettiği sentez sayesinde ise Harun’a ulaşacaktı. O andan itibaren ne beden, ne ruh ne de Harun’un hiçbir anlamı kalmayacaktı. Bu üçüncü bilinci herkese vermemişti. Çünkü bu bilince sahip olan insanlar, diğer insanlar tarafından “deli” olarak adlandırılacaktı. Bu insanlar deli olduklarına inandırılacaktı. Bu yüzden kendilerinden emin olamayacaklardı. Yaşadıklarının gerçek olduğuna inanamayacaklardı. Keşfetseler bile keşfettiklerini bilemeyeceklerdi. Rüya ve gerçeği ayıramamak… Ruh ve bedeni ayırt edememek…Bu da Harun’un keşfini daha da zorlaştıracak ve oyunu daha da gizemli yapacaktı.
Kendini yok etmek için hazırlamıştı Harun bu oyunu. Oyunu kazanan her insanda biraz daha yok olacaktı…
Her şey hazırdı artık. Tüm düzen kurulu “duraklat / oynat” tuşuna basılmayı beklercesine sabırsızdı. Harun hazırladı kendini. Haykırmak için, olmayan bedeninin olmayan ciğerlerine, olmayan havayı doldurdu. Olmayan ağzını açtı. Tam başlangıç ateşini vermek için haykıracaktı ki oyunu daha güzel, daha gizemli kılmak için bir fikir geldi aklına. Kendini de bir insana dönüştürecekti. Bir insan olarak yaşayıp, bu üç bilinci kullanıp, kendi sırrına ulaşacaktı yeniden. Fakat keyfin bedeli olarak, bütün bildiklerini unutacaktı. İnsan olarak yaşadığı süre içerisinde, hiçbir şey hatırlamayacaktı yaratılış sürecine dair. Oyun daha başlamamışken, kendine bir beden seçti. O bedene büründü. Artık bir ciğeri ve soluması için de bir “hava” vardı. Ellerine, kollarına baktı. Onlarla neler yapabileceğini hayal etti. Bacaklarına baktı. Yürümeyi keşfedecekti. Yüzüne dokundu. O yüzle kadınları kendine aşık edecekti. Dudaklarına dokundu. O dudaklarla, aşık olduğu kadınları öpecekti. İnsanları yaratırken, onlar gibi düşünmemişti fakat şu an tam anlamıyla bir insandı. Yaşayacak ve arayış içine girecekti. Kendini yeniden tanıma şansı olacaktı belki de. Şimdi oyun gerçekten daha heyecanlı olacaktı. Yapılan şeyin bir intihardan tek farkı, sonrasında bir yaşam olduğunun kesin olmasıydı. Yepyeni ciğerlerine çekti oksijeni. Canı yandı biraz. Heyecanlandı. Acıyı hissetmemişti uzun zamandır. Tarifsiz bir mutlulukla bağırdı sonra. “Yaşamak istiyorum. İnsan olmak istiyorum. Bedensizliğe geri dönmek için bedenim var artık. İnsan olmak istiyorum!.. Olmak istiyorum!.. Ol!!...” Bütün her şey hareketlendi. Tüm evren, tüm dünya, tüm insanlar kontrolden çıkmış uzaktan kumandalı araba gibi. Bitmeyen bir pille koşacaklardı. Belki de hiçbir zaman, kumanda yeniden bir ele geçmeyecekti. Harun ise unuttu her şeyi. Zihni, ekmekle dibi güzelce sıyrılmış bir çorba kasesi kadar temizdi. Tortular vardı belli belirsiz. Ama net değillerdi. Kasenin dibinde kalıntılar vardı ama çorba olduğunu anlamak imkansızdı. Hiçbir şey anımsamıyor, hiçbir şey hatırlamıyordu. Ne an, ne anı kalmıştı zihninde. Harun, doğmuştu. Diğerlerinden farklı olarak, doğumu bir rahimden gerçekleşmedi. Bir annesi ve bir babası yoktu. Harun, tam anlamıyla “Piç” olarak gelmişti dünyaya. Tam anlamıyla bir “Piç”… Yaşayan ve yaşayacak olan tek gerçek “Piç”…
Doğmak zordu. Her şey üstüne üstüne geliyordu Harun’un. Gözleri kamaşıyordu ışıktan. Burnu yanıyordu kokulardan. Ciğerleri alev alacak gibiydi, ufacık bir kıvılcım bekliyordu sanki. Kulakları çok hassastı.Çatırtılar gelmeye başladı. Bir şeyler yıkılıyor olmalıydı. Sonra bir gürültü. Orta yükseklikte bir topuklu ayakkabı, bir keten ayakkabı ve pazardan alınma ucuz bir terlik sesine benzer ayak sesleri birbirine dolanmış bir şekilde yaklaşıyordu. Sonra yeniden çatırtılar. Ve bir yırtılma sesi. Rüyaların yırtılma sesi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder